Bursada Escort Fantazileri

Bursa’da yer alan escort kadınlar fantezilerinde farklı eğlenceler ile sizleri motive ediyor. Bursa escortlar heyecanlı bir gece için ilgi odağı olacağınız bir birinden güzel bayanlardan oluşmaktadır. Bursa escort bayan arayışlarınız için 7/24 saat sitemizden istediğiniz escort bayanla telefonunu arayarak görüşebilirsiniz.

Bursa escort bayanları bir birinden güzel kadınlar ile randevu alıp görüşmeniz için sitemiz sayesinde imkan sunuyor. Bursalı escortların yanı sıra bir bir sürü yabancı escortlarda Bursa’ya gelip partner olmanız için sizlerin aramanızı bekliyor. Bursa escort kızlarla anında görüşmek için sitemizin girişinde yer alan numaralardan Bursa escortlarını arayabilir bağlantıya geçebilirsiniz. Bursa Bursa escortlar sizlerin aramasınız bekliyor zevkli eğlenceler dileriz.

Bursa Güzeli Escort

Merhaba Ben Bursa Escort Gizem

24 yaşında. 1,71 boyunda 55 kilodayim.
Zarif Kendine Son Dedere Güvenen Bakımlı Samimi Doğal Kültürlü Ve
Hijyene Önem Veren Elite Bir Modelim.
Gorusme detaylarını ogrenmek ve randevu almak için arayınız.

RESİMLER BANA AİTDİR….

bursa escort, bursa eskort, bursa escort gizem, bayan escortlar
konya escort

Yeni Türkiye nedir ne olmayacaktır?

İçinden geçmekte olduğumuz değişimin sarsıcı ve derinlikli olduğunu bilmek gerekiyor.
İçinden geçmekte olduğumuz değişimin sarsıcı ve derinlikli olduğunu bilmek gerekiyor. Değişim sancısı ve gerilim yaşadığımız zamanların değerini de kesinlikle azaltamaz. Hatta, bizzat değişim aktörlerinin zaman zaman yaptıkları yanlışlar da…
Hızlı bir değişim yaşanıyor ki bu bütün üniteleriyle birlikte kaçınılmazdı. Sınıflar; daha doğrusu farklı ideolojik ve etnik gruplar ve de bölgeler arasındaki haksız paylaşım sürdürülemezdi. Dindar olanın, Kürt olanın, başörtülü veya Anadolulu olanın veyahut da Kemalist-laik olmayanın sonsuza kadar sabit kısıtlamalara mahkum olduğu bir düzen devam edemezdi. Seçilmiş bir hayat tarzının herkesin mutlaka ulaşması gereken ideal bir norm, dışında kalan bütün tercihlerin ise kendilerini değiştirmedikleri sürece ikinci sınıf muameleye mahkum olmaları bir demokrasi için kabul edilemezdi.
Çok değil birkaç yıl önceydi
Eski günler hala çok uzakta değil ama bugün bile henüz 2000’lerin başında sistemin onayladığı fikir setinin dışında kalan partiler, dernekler, vakıflar, şirketler, siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler, öğrenciler, memurlar ve işadamlarının nasıl kuralsız bir yasaklanma ve kısıtlanma baskısıyla karşı karşıya olduklarını hatırlamak zorundayız. Hafızamız zayıf olabilir ve bazı kötü hatıralar bize uzak gelebilir ama “Eski” Türkiye böyleydi.
Ülkenin en büyük partisine kapatma davası açılması ve demokrasinin bu akıl almaz girişimden kılpayı kurtulmasının üzerinden henüz 6 yıl geçmiş bulunuyor. Genç kızların, kadınların başörtüleriyle eğitim ve istihdam hakkına sahip olabilmelerinin mümkün kılınması daha bir yıllık bir hukuktan ibarettir. Yasadışı yollarla iktidarı değiştirmek için kendi sınıflarından bir yargıcı katledecek kadar özgüveni yüksek yapılanmanın 2006 yılındaki Danıştay saldırısın biliyoruz. Dahası… Son paralel saldırılardan sonra kabul etmeliyiz ki demokrasi ve hukuk sistemimiz hala büyük bir tehdit altıdadır. Eski hastalıklardan kurtulmak sanılandan daha zor ve meşakkatli olacaktır. Öyle olmasaydı, 12 Eylül 2010 referandumu bir dönemi tamamen kapatabilirdi. Eski Türkiye bu görkemli milada rağmen kapanmadı; tasfiye edilen legal-illegal vesayet kurumlarının yerine yenileri iştahla saldırdılar.
Devlet içindeki çok güçlü askeri-bürokratik-jüristokratik yapılar tasfiye edildi ama yerine yenilerinin yerleşme hevesi önlenemedi.
Herkese ve her kimliğe eşit erişim hakkı
Şimdi, Yeni Türkiye’deki ilk ve en acil sorumluluk devletin hiçbir surette vesayetçi kabul edemeyeceği bir düzeni tesis etmektir. İster asker, ister bürokrasi, ister yargıçlar veya ister Kemalistler, ister cemaatler… Hiçbir ünitede, hiçbir formda, hiçbir ideolojik girişimin “derin” pozisyon alamayacağı bir demokrasiye ihtiyacımız var. Aynı zamanda kimsenin, hiçbir gücün toplumun önüne ideal bir norm koyarak, uymayanlara ikinci sınıf rol biçmeyeceği bir hukuk sistemine….
İdeal norm, herkesin doğuştan gelen etnik ve kültürel özellikleriyle birlikte, taşıdığı ideolojik aidiyetler, bütün renkleriyle birlikte kimliğinin tanınmasıdır.
Yeni Türkiye de işte budur.
Etnik ve kültürel kimliği ne olursa olsun herkesin her şeye eşit erişim hakkıdır. Sağcı-solcu, dindar-dindar olmayan, Alevi-Sünni, İstanbullu-Anadolulu, Milliyetçi-liberal, başörtülü-başörtüsüz bütün verili durumların ve bütün tercihlerin hem kamu imkanları karşısında, hem de özel hayatta eşit erişim hakkına sahip olmasıdır.
Hiç kimse, kimliğini oluşturan unsurların biri veya birkaçı yüzünden kendini ifade etmek, istihdam, eğitim, örgütlenme ve daha iyi bir hayat standardına sahip olmak hakkından mahrum bırakılamaz.
Yani, Kürt, başörtülü, sakallı, Alevi, solcu veya milliyetçi olmak işe girememek, üniversitede okuyamamak, parti kuramamak, kursa bile yaşatamamak gerekçesi olamaz. Sermaye pastasından pay almak için sadece doğuştan Boğaz sermayesinin bir parçası olmak gerekmez.
Bütün branşlarda eşit erişim hakkı… Yeni Türkiye bundan başka değildir.
Tek bir ideal hayat yok, kabullenmeliyiz
Devamında bütün kimliklerin kendisini açıkça ifade edeceği, kaygı duymaksızın hayatta rol alacakları düzen, özetle demokrasi hakim olacaktır.
Şunu da kabul edelim. Sadece bütün farklılıkların eşitliğini temin etmek yeterli değildir; aynı zamanda eski imtiyaz sınıflarının buna rıza göstermesi için de zamana ihtiyaç duyulacaktır. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar en iyi, en mükemmel ve dolayısıyla “ideal bir hayat tarzı”na sahip olduklarını düşünenler, şimdiden sonra başka iyi, başka mükemmel ve başka ideal hayat tarzları olduğunu kabullenmekte zorlanabilirler. Hatta on yıllardır kötülük ve düşmanlık sembolü olarak bildikleri o hayatlara saygı göstermeleri de zaman alabilir.
Meşakkatli olacak, tekrarlayalım.

Annelerin kardeşliği…

Çözüm sürecini yasal güvence altına alan kanun teklifi, meclis komisyonundan geçti.
Çözüm sürecini yasal güvence altına alan kanun teklifi, meclis komisyonundan geçti. Türkiye’ye hayırlı olsun. Yüz yıl önce, cumhuriyet kurulurken, çeşitli iç ve dış sebeplerle ıskaladığımız barışa bir adım daha yaklaştık.
Çözüm süreci bağlamında üç bürokratik alandan söz edilebilir. Çözüme bu alandan hem destek hem direnç olduğu açık.
Çözüm sürecini konuşurken, şu bürokratik alanları da hatırlamakta fayda var:
-Devlet’in geleneksel asker-sivil bürokratik alanı
-Hükümetin bu geleneği değişime uğratmak çabasıyla oluşturmaya çalıştığı yeni bürokrasi-buna hükümet bürokrasisi demek yanlış olmaz
Ve bir de
-BDP/PKK bürokrasisi, yani Kürt asker-sivil bürokrasisi.
Daha önce yazdım. Çözüm sürecinde, geçen yıl tamamlanması gereken geri çekilmeler, PKK/BDP’deki bürokratik direnç yüzünden tamamlanamadı. Halkta sorun yoktu, ama Kürt hareketinin bürokrasisinde sorun vardı. Şimdi aynı noktaya geldik. Çözüm topu, yeniden, İmralı’da şişirilip, BDP/PKK bürokrasinin ayağına yuvarlanmış görünüyor.
Benzer bürokratik zorluklar ve hükümete ayak uyduramama hali, resmi bürokraside de var. Başbakan ve yakın mesai arkadaşlarının yaşadığı zorlukları, ama bu zorlukları da aşma yolunda gösterdikleri çabayı biliyorum. Ve takdirle karşılıyorum.
Başbakan Erdoğan’ın adaylığının ilan edildiği toplantıya katılanların arasındaydım. Kongre merkezinin karşısındaki boş alan, o gün bir medya özgürlük alanı gibiydi. TRT dahil herkes oradaydı. Biz gazeteci-yazarlar, Başbakan’ ı dinledik ve medya alanına geçtik. Hoş bir görüntü vardı. Apayrı bir yazıyla anlatılacak kadar da kıymetli. Faklı yayın politikaları ve tutumları olan kanallar, yan yana yayın yapıyorlardı. O gün dört kanala birden çıktım. Sonra gözüm TRT’ye takıldı. TRT’nin bulunduğu alanın bana yasaklı olduğunu hatırlamak gerçekten üzücüydü, yoksa TRT’ye çıksam ne olur çıkmasam ne olur? Rojin’e yapılan bir hakarete karşı susmayıp genel müdür İbrahim Şahin’e nazikçe itirazda bulunmam, TRT gibi önemli bir kurumun bana dört yıldır yasaklı hale gelmesine yol açtı. Bu süre zarfında hiçbir hükümet yetkilisinin, çıkıp ta bir bürokrata neden böyle bir tasarrufta bulunduğunu sormamış olması ise ayrıca üzücü.
Bu yıl, Mart seçimlerinden önce TRT’nin Manşet programına davet aldım. Sevindim, yasak kalkıyor diye. Bir günümü ayırarak İstanbul’a gittim. Kırkbeş dakikalık bir program için.. Programın sunucusu arayıp, ilan edilmiş bir programı iptal etmek zorunda kaldığını söyleyince, kendimi nasıl hissettiğimi tahmin edebilirsiniz. Bundan daha ağır bir hakaret olabilir mi? Üstelik aynı gazetenin, aynı sayfasında köşe yazdığımız bir arkadaşımızın yönettiği bir devlet kurumunda oluyor bu. İnsanın böyle bir haksızlığı içine sindirmesi ve kabullenmesi mümkün değildir. Otuz yıllık bir çatışmayı hep beraber sona erdirmek üzereyiz, ama devletin en önemli kurumlarından biri, Kürt aydınlarının ve sanatçılarının bir kısmıyla, üstelik çözüm ve reform sürecini kendi mahallerinden gördükleri büyük eleştiriler pahasına desteklemiş Kürt aydınları ve sanatçılarıyla kavga etmeyi sürdürüyor. Bu cesareti kim, kimden alıyor, bilmiyorum, ama Rojin gibi isimlere karşı bazı bürokratlar her nedense epey cesur davranıyorlar ve kimse de çıkıp onlara bu cesaretlerinin sebebini, ne işe yaradığını, neye hizmet ettiğini sormuyor.
Bu duyguyu yaşayan yalnız ben değilim elbette.
Örneklere çok ve sık rastlanabiliyor.
Zerdeşt’in iki aydır tedavi gördüğü bir devlet hastanesinde, bir doktorla tanıştım. Mehmet Emin Kızgın. Uzman Psikolog..Geçen hafta TRT’nin diyanet kanalında Ayşe Çağlayan’ın hazırladığı bir programa başladı. Anlattığına göre,ilkinde İslam’da kardeşlik konusu işlenmiş. Mehmet Emin’ Bizim terörist ve şehit olarak gördüğümüz gençlerin anneleri kardeştir, acıları ortaktır manasına gelen birkaç söz sarf etmiş. Ayşe hanım ertesi gün arayıp, yönetimin kararıyla kendisiyle çalışmayacaklarını söylemiş. Mehmet Emin sebebini kurcalayınca anneleri kardeş gören sözlerinin buna sebep olduğunu öğrenmiş..Kürt ve Türk anneler kardeş değil de nedir Allah aşkına? Bir Müslüman tersini nasıl düşünebilir?
Mehmet Emin’in bana attığı şu maili okumasaydım, bugün başka bir yazı yazacaktım: ‘Dağda ölenin annesiyle, şehit dediğimiz insanın annesinin kalbi kardeştir’ dediğim için beni programdan çıkardılar. Dokunuyor insana abi.’
Doktor arkadaşım çok haklı, bu yanlış tutumlar dokunuyor insana. Çözüm süreci demek, kim olursa olsun, neye inanırsa inansın, kimsenin kendisini öteki gibi hissetmeyeceği, yeni bir dönem demektir.

Halkın zarafeti ve elitler!

İster sosyal demokrat, ister ulusalcı, ister Türk-İslam sentezcisi olsunlar…
Elitist akıl hocalığına soyunanlar hep halkın onlara karşı zarif tahammülü sayesinde iddialarını sürdürdüler.
Küstah özgüvenleri de çoğu zaman bu olguya yaslanır.
Anadolu insanı, onların hayata dair cahilliklerini ve ihtiraslarını mümkün mertebe yüzlerine vurmadan seyretmeyi tercih etmiştir.
Bu siyasette de böyledir, düğünde ve cenazede de…
Kasabaya yerleşen şehirlilerin yerlilere karşı utanmazca kabalıklarını sergiledikleri “kaynaşma toplantıları”nda da böyledir, üniversite hocalarının öğrenciyle tanışma toplantılarında da…
Halk çocukları çoğu zaman karşısındakinin yanlışını fark etmesini bekler. O da olmuyorsa, saygıda kusur etmeden kendi duruşunu hissettirir.
Peki, varlıkları devletten menkul “elitler”imiz bunu anlarlar mı? Ne gezer!
***
Ekmeleddin Bey, Sakarya’da dolaşırken karşısına çıkan gençler ona demiş ki…
“Yanlış çatıdan geldiniz ama size saygımız var. Orada sıkıntı yok!”
Şimdi bu sözler Ekmeleddin Bey, Taha Bey, Aydın Bey ve diğerlerini sevindirdiyse, vah ki vah!
Çünkü bu sözler Ekmeleddin Bey’in siyasi duruşuna değil, kişisel müktesebatına saygı ifadesidir.
Fakat Çatı Adayı bütün “elitler” gibi buradaki inceliği anlamamış ve aklı sıra lafını yapıştırmıştır: “Ben bütün milletin temsilcisiyim.”
Nasıl olsa, efendi çocuklar yüzüne karşı “bütün sözleriniz milletin değil devletin, hem de eski devletin temsilcisi olduğunuzu gösteriyor” demeyecek, sizi ayaküstü incitmeyecektir!
Ama artık Ekmeleddin Bey ve arkasındakilere seslenmek gerekiyor…
Alemi kör, herkesi sersem sanmaktan vazgeçin!
Bir toparlanın, silkelenin ve mümkünse artık ortalıktan çekilin!

Seçimler sonrasında hangi partiler tasfiye olacak

Türkiye 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı’nı seçerken ‘Başkanı’nı’ da seçmiş olacak.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015 Haziran ayında yapılacak genel seçimler, Yeni Türkiye’nin önümüzdeki 20-30 yılını şekillendirerek, yeni yol haritasının belirlenmesi açısından, gerek yurt içi gerekse bölgesel ve küresel gelişme dinamikleri açısından stratejik bir öneme sahip görünüyor.
Muhtemelen Türkiye 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı’nı seçerken ‘Başkanı’nı’ da seçmiş olacak. Yapılan kamuoyu yoklamalarının neredeyse tamamında Başbakan Erdoğan’ın ilk turda seçileceğine yönelik güçlü bir kamuoyu desteği olduğu anlaşılıyor.
Erdoğan’ın 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında, partili Cumhurbaşkanlığı ve başkanlık sistemine yumuşak bir geçiş yapılabilmesi için TBMM kurucu meclis gibi çalışarak, başkanlık sisteminin hukuki yapısını ve seçim sistemlerini düzenleyerek, yeni sisteme geçişte alınması gereken tedbirler ile yapılması gerekli reformların hukuki alt yapısının oluşturulmasına yönelik çalışmalara ağırlık vermesi bekleniyor.
Başkanlık sistemlerinde hükümet istikrarı ve güçlü muhalefet, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yeni sistemin iki temel hedefi olarak, Yeni Türkiye’nin yeni bölgesel ve küresel vizyonuna önemli katkılar sağlarken, yeniden yapılanma demokratik değişim ve dönüşüme ayak uyduramayan siyaset kurumları açısından tehlike çanlarının çalması anlamına da geliyor.
İktidar açısından Türkiye usulü rasyonel veya yarı başkanlık sistemi, insanı öne çıkaran demokratik ve özgürlükçü bir anayasa ve daha demokratik bir seçim sistemi ve parti içi demokrasiye geçişi sağlayabilecek siyasi partiler yasası ile desteklendiği takdirde, Türkiye’de siyasi istikrarsızlığı önleyecek, Yeni Türkiye’nin Ortadoğu ve dünyada bölgesel ve küresel güç olma yolunda önemli bir parametresi olabilecektir.
Muhalefet açısından ise, ülkemizde milli irade ve demokrasiye karşı olarak, vesayet sistemlerinin güçlenmesinin önünü açan, dış ülkelerin de müdahil olduğu darbe süreçlerinin yaşanmasına neden olan mevcut sistemin gözü kapalı desteklenmesi, parti içi değişim ve dönüşümlere kapalı bir strateji ile hareket edilmesi neticesi oluşan güçsüz ve aciz muhalefet perspektifinin seçimler sonrasında ağır bir yara alarak liderleri de içine alan siyasi bir tasfiyeye dönüşme ihtimali ile kaçınılmaz bir son gibi görünüyor.
Geçmiş dönemlerde, ülkemizde Cumhurbaşkanlığı seçimleri hep sancılı ve gerilim içinde geçmişti. Seçim öncesi yapılan provokasyonlar hukuk kisvesi altında gerçekleştirilebildiği gibi yasadışı unsurların kullanılmasıyla, terör, kaos ve istikrarsızlık yaratacak provokatif ve manipülatif eylemler şeklinde de kendini göstermişti.
Eski Türkiye’de askeri vesayet mekanizmaları ile milli iradeyi temsil eden iktidarlar arasında yaşanan, cumhurbaşkanlığı mücadelesi, bu kez küresel ve Batılı güçler kontrolündeki yerli işbirlikçi yapıların da dahi olduğu bir şer koalisyonu ile milli irade arasında, Gezi kalkışmasından günümüze devam ediyor.
Bu şer güçler, 2013 yılı Haziran ayı içinde Yeni Türkiye’nin Ortadoğu’da ve dünyada söz sahibi olmasını engellemek, stratejik yatırımlarına ve ekonomisine darbe vurmak en önemlisi de çözüm sürecini ve Ortadoğu’da Kürt-Türk ittifakını bozmak amacıyla, Gezi başta olmak üzere,17-25 Aralık darbe girişimini 30 Mart yerel seçimleri öncesine denk getirerek hükümeti hukuk örtüsü altında antidemokratik bir biçimde iktidardan uzaklaştırarak, Başbakan Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığına aday olmadan önce tasfiye etmek istemişlerdi.
Gezi’nin yıldönümünde, Berkin Elvan ve Soma faciası üzerinden sokağı kışkırtarak yeni bir gezi ve ‘Gezi Sendromu’ yaratmaya çalışan, sandıktan ümidini kesmiş muhalefet partilerinin ve provokatörlerin başarılı olamamasında en önemli etkenlerden biri sosyal medya platformlarının kişilik haklarına ve özel hayatın gizliliği ilkelerine aykırı yasadışı faaliyetleri ile ulusal güvenliğimizi tehdit eden ses kayıtları tapelerinin erişiminin engellenmesi yönünde hukuki sınırlar içine çekilmesi olmuştu.
17-25 Aralık darbe girişiminin engellenmesi, polis ve yargı başta olmak üzere devlet içine sızmış paralel yapı örgüt elemanlarının, devlet yetkisini örgüt lehine kullanarak ulusal güvenliğimize yönelik illegal faaliyetleri ile bu örgütün bazı elemanlarının Gezi olaylarının büyümesi ve yayılmasında oynadıkları provokatif rol ve eylemlerinin deşifre edilerek pasifize edilmeleri Gezi’nin yıldönümünde yeni bir Gezi yaratılmasını engelleyen ikinci unsur olmuştu
Gezi’nin yıldönümünde sokak hareketlerini yeniden sosyal medya platformlarının kullanılarak başlatılmasına yönelik ajitasyon ve dezenformasyon haberlere geniş kitlelerin twitter üzerinden sert tepki göstermesi ve provokasyonlara gelinmemesi, Yeni Gezi üzerinden ülkede istikrarsızlık yaratmak isteyen ajan provokatörleri ve vandalları eylemlerini kısa sürede bitirilmesine neden oldu.
Türkiye milletinin sağduyusu, 17-25 Aralık’ta, 30 Mart Yerel Seçimleri’nde, Gezi’nin yıldönümünde, iç ve dış şer odaklarının provokasyonlarına, tuzaklarına, iftiralarına itibar etmeyip açıkça istikrarsızlık ve kaosa nasıl dur demişse, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de aynı kararlılık içinde gönlündeki Cumhurbaşkanı’nı seçerek, Yeni Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olma perspektifinin, 2023 Vizyonu’nun en önemli takipçisi ve destekçisi olacaktır.

yeni düzeni kim kuracak?

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının 100. yıldönümünde Ortadoğu yeni bir evreye girmekte…
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının 100. yıldönümünde Ortadoğu yeni bir evreye girmekte…
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Kürtlerin kendi kaderini tayin vakti geldiğini söylerken IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) Örgütü kontrolündeki topraklar üzerinde hilafet devleti kurduğunu ilan etti.
Suriye ve Irak arasındaki sınır fiilen ortadan kalkarken Irak parçalanmanın eşiğinde…
Bu gelişmeler New York Times’ta bölgedeki 5 ülkeden 14 yeni ülkenin ortaya çıkacağı kehanetine dayalı bir haritanın yayımlandığı günlerde yaşanıyor.
Çok sayıda bölge analisti yaşananları Sykes- Picot Antlaşması’nın (1916) kurduğu düzeninin çöküşü olarak niteliyor.
Emperyalist devletler, dönemin “Hasta Adam”ı olarak niteledikleri Osmanlı devletini paylaştıkları bu antlaşma sonucunda cetvelle çizilen yeni devletler yaratmışlardı.
Osmanlı sonrası düzenin bölgeye barış, refah ve istikrar getirmediğini biliyoruz.
Seküler-milliyetçi ideolojilerle İslamcı projelerin çatıştığı bu düzenin sonunu ise ABD’nin 2003 Irak İşgali ve 2011 Arap Baharı ayaklanmaları getirdi.
Suriye’deki ayaklanmaların iç savaşa dönüşmesiyle de Ortadoğu yeni bir kaosun içine savruldu.
Maliki’nin mezhepçi politikaları yüzünden Irak’ı yeniden inşada başarısız olmasıyla bu kaos, Irak’ı da içine aldı.
Bu yeni düzensizliğin kurbanları elbette yine Ortadoğu’nun halkları… Ancak yeni düzeni kuracak aktörler kimler?
Birinci Dünya Savaşı sonrasının aksine bugün bölgesel güçler Ortadoğu’da yeni düzeni kurma başarısızlığında sorumluluğu küresel güçlere yıkarak kimseyi ikna edemezler.
Bu defa İran, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi bölgesel güçler yeni düzeni kurması gerekenler…
Artık İran ve Suudi Arabistan’ın teo-politik yayılmacı siyasetlerinin getirdiği rekabet ve kutuplaşma ABD ve İsrail’e yöneltilecek suçlamalarla örtülemez.
Müslüman toplumlara yeni bir tahayyül getirme iddiasındaki İslamcı akımlar ya Mısır’daki gibi darbeyle iktidardan devrildiler ya da cihat adına şiddete saplandılar.
Ulus-devletin yaraladığı bilinçler uyanışa ve dirilişe değil ne kadar süreceği belli olmayan yeni bir “geçiş” dönemine savruluyor.
Müslüman aktörler eliyle yeni bir parçalanma yaşıyoruz…
Ulusal menfaatlerin rekabetinin ve mezhepçi çatışmanın yarattığı kaosta ulus-devletler parçalanıyor. Devlet dışı cihadi örgütler, aşiretler ve vekalet savaşları yeni bir emirlikler dönemi yaratıyor sanki. Seküler milliyetçilikler çökerken mezhepçi çatışmalar Sünni-Şii-Selefi ayrımlarını derinleştiriyor. Sözgelimi IŞİD’in 1700 Şii’yi sırf Şii olması sebebiyle infaz etmesi Müslüman bilincinde onulmaz yaralar açıyor…
Bölgede ilk defa bu ölçekte dini yorum temelli bir farklılaşma, etkisi uzun sürecek düşmanlıklar üretiyor…
Hilafetin dünyasını yeniden kurma iddiasını dile getirenler Müslümanları “tekfir etme” virüsünü yeni bünyelere taşıyorlar.
100 yıl önce emperyalistlerin planlarına karşı mezheplerin yakınlaşmasını konuşan alimlerin sesleri bugün duyulmuyor.
Müslüman ülkelerin, bölgesel işbirliğini yaratacak bir birlik oluşturmak yerine kıyasıya mücadele içinde olması, yeni bir kaos yaratıyor. Umalım ki bu kaos Müslüman “öznenin özgüveninin ve birlikte yaşama iradesinin” gömüldüğü kara deliklere dönüşmesin…

AK Parti ye hazır mısınız?

Yeni bir gün başlıyor. AK Parti sadece cumhurbaşkanı adayını açıklamayacak.
Yeni bir gün başlıyor. AK Parti sadece cumhurbaşkanı adayını açıklamayacak. Bir sayfayı kapatıp başka bir sayfa da açacak. Bu süreçte çok merak eskiteceğiz çok… Bir o kadar dedikodu, senaryo ve isim çöpe gidecek. AK Parti “nin başına Abdullah Gül’ü isteyenler, Ahmet Davutoğlu diyenler, seçiş için Bülent Abi formülüne sıcak bakanlar, Binali Yıldırım tarzı teknokrat bir başbakana şans verenler, kimsenin ummadığı düşük profilli bir cevherin şapkadan çıkmasını bekleyenler, herkes ama herkes Erdoğan’ın aklından neler geçtiğini anlamaya çalışıyor. Zihin okuma yöntemleri henüz kesin sonuç verecek düzeye ermediğinden, papatya falı açmaya kadar gidecek bu işin sonu. Erdoğan’sız bir AK Parti ye ilk adım atılıyor. Ters köşeye yatınlmadıysak Recep Tayyip Erdoğan, bugün AK Parti”ııin cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilecek. AK Parti yle resmen ilişiğini kesme ilanı yerine de geçecek bu. Erdoğan fiilen de bağlanın kesecek, ipleri elinden bırakacak mı? işte orası meşkuk, yani çok şüpheli. ‘Benden sonrası tufan* deyip arkasına bakmadan Köşk e yürümeyeceği muhakkak. Bugünkü açıklama, bir belirsizliği ortadan kaldırırken birçok belirsizliğe kapı aralayacak. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonuçlanıncaya kadar da sis bulutlan dağılacağa benzemiyor. Birinci muğlaklık, Erdoğan’dan sonra partinin ve hükümetin başına kimin geçeceği… İkincisi, gelecek kişinin bir emanetçi olup olmayacağı… Üçüncüsü, emanetçiyse kimin emanetçisi olacağı; Erdoğan’ın mı. yoksa bir geçiş döneminden sonra koltuğu devralacak Abdullah Gül gibi bir ismin mi? Dördüncüsü, emanetçi değilse şayet, Erdoğan’dan el almakla birlikte kendinden tavırlı, özgül ağırlık iddiasında, dişli ve dirayetli biri mi olacak, Ahmet Davutoğlu ya da Bülent Annç mesela? Beşincisi, bu seçeneklerden hangisi AK Parti “nin tabaıuııı. tepe yönetimini, kabinesini ve Meclis gnıbunıı bir arada tutmaya daha muktedir olacak? Altıncısı, Tayyip Erdoğan’dan sonra o koltuğu doldunnak kolay olmayacak, Tayyip Erdoğan’ın onayı ve desteği olmadan o koltuğa otıımıak ise mümkün dahi olamayacak. Fakat bir de partinin yönetici sınıfı var, onların da tasvibini almadan AK Parti gibi devasa bir teşkilatı yönetmek, hükümet çarklarını çevirmek, Meclis grubunun birliğini korumak, üstüne bir de kapıdaki genel seçimlerde halk çoğunluğunun desteğini sağlamak bir o kadar zor. Aranan özelliklere sahip kişi ise ancak hem emanetçi hem bağımsız yapıda, hem dengeci hem güçlü bir karakter, hem halkta hem de partinin elitleri arasında popüler bir şahsiyet olabilir. Tarile kim daha yakın siz karar verin. Aynca Erdoğan’ın çizeceği veliaht profiline de dikkat kesilin diyeceğim… Ama sizi bir başka son güne dek yine meraklara salıp dikkatinizi oyalamak için bugünkü konuşmasında ipuçlannı vermeyecektir. Bugün giderilmeyecek belirsizlikler var önümüzde ancak, ne varsa yine AK Parti de var dedirtecek belirsizlikler… Heyecanlı, adrenalinli, bol kulisli, çok fiskoslu, kediyi meraktan çatlatacak yeni bir gün başlıyor, hayırlı olsun.

Bazen soruları açık sormak lazım…

Bazen soruları açık sormak lazım…
Bazen soruları açık
sormak lazım…
Irak’ta Türkiye vatandaşlarının rehin alınmasının iç politik gelişmelerle, özellikle de Cumhurbaşkanı seçimleriyle bir alakası var mı?
IŞİD’in ‘Hilafet Devleti’ ilan etmesiyle İngiliz emperyal geleneğinden beslenen yeni Ortadoğu senaryoları arasında bir bağlantı var mı?
Ekmeleddin İhsanoğlu’nu Türkiye’ye Cumhurbaşkanı adayı olarak önerenlerin Irak’ta yaşananlarla, rehine olayıyla ya da ‘Hilafet Devleti’ projesiyle ne tür bağlantıları var?
CHP ve MHP olayın bu yönünü acaba hiç düşündü mü?
IŞİD’in ortaya çıkıp Irak’ı üçe bölmesi, S. Arabistan ve Körfez desteği ile Sünni devlet kurmaya çalışması ve bunu da ‘Hilafet Devleti’ olarak duyurması nasıl bir uluslararası operasyondur ve Türkiye ile ne tür bir ilişkisi vardır? Rehine olayı ve IŞİD olayı Irak için dengelerle sınırlı mıdır?
Üzerinde çok çok durmamız gereken sorular bunlar…
İngiliz emperyal geleneği yeniden Ortadoğu’da. Yüz yıl sonra, oluşturdukları yapılar dağılmaya yüz tutarken, hesaplar yeniden yapılırken, yüz yıl önceki senaryoları tekrar devreye sokmaya çalışıyorlar.
Irak’ta, Suriye’de, Ürdün ve Filistin’de, Kuzey Afrika ve Yemen’de, Körfez’de olduğu gibi, son ‘Mısır operasyonunda’ olduğu gibi, Türkiye ve Kürtleri içine alan yeni bir oyun kuruluyor sanki. Türkiye’nin geleceğini ve Kürtlerin kaderini yönlendirecek adımları atarken ‘Hilafet’ gibi son derece hassas bir konu da tartışmaya açılıyor.
Hilafet üzerinden servis edilecek her proje bu topraklar için yeni bir yıkım demektir. Yüz yıl sonra kendine gelmeye çalışan toplumların yeniden uyuşturulması, uyutulması, bir hayal etrafında körleştirilmesi demektir.
Hilafet, bize, bizim ülkemize, çevremize yutturabilecekleri son kozlarıdır ve maalesef bu operasyonu içine sindirmeye ayarlı geniş kitleler mevcuttur. IŞİD olayı bu yönden gözlerimizi açmalı. Sünni Iraklıların ihtiyaçlarına, hakkıyla temsil edilmelerine evet ama bunun üzerinden bir hilafet projesi uygulanmasına şiddetle hayır demeliyiz.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, hiç hesapta yokken, bir anda Türkiye’nin önüne Cumhurbaşkanı adayı olarak sürülmesi, bu sıradışı hareketin hiç de yadırganmaması, MHP ve CHP yönetiminin tabanlarını yeni adaya hazırlarken hiç de hazırlıksız olmaması size de biraz tuhaf gelmiyor mu?
Hilafet ve IŞİD’in yıldırım hızıyla servis edilmesi gibi, İhsanoğlu’nun adaylığı da damdan düşer gibi olmadı mı?
Bir ‘İngiliz işi’ de burada mı aramalıyız?
Böyle bir koku siz de almıyor musunuz?
İhsanoğlu’nu yıllardır izlerim. Şahsi kanaatim; bir başarısızlık örneği olduğu yönünde. Kişisel ikbal derdinin ötesinde bir ülke, vatan, hizmet derdi olduğu kanaatinde değilim.
Özellikle İslam Konferansı Örgütü (İslam İşbirliği teşkilatı oldu, İİT) Genel Sekreteri iken gösterdiği performans dramatiktir. Bölgesel sorunların hiçbir yerinde İhsanoğlu’nu görmedik. Irak’ta mezhep savaşları yaşanırken, Bağdat harabeye dönüşürken, Suriye’de kıyımlar yapılırken, Türkiye’de insanlar ayağa kalkıp Gazze için sesini yükseltirken bir Genel Sekreter olarak onun adını hiç duymadık.
Ülkelerin, toplumların, acı çekenlerin ruh halinden anlamaz. Salon adamıdır, güç neredeyse oradadır. Irak-Suriye’de kitle katliamları yapılırken ondan asla bir ses duymazsınız. Hapishanelerde korkunç görüntüler dünyaya yayılırken O bu coğrafyada bile değildir. Belki ABD’de bir şov programında İslamofobi edebiyatı yapıyordur.
İhsanoğlu’nun Türkiye tarafı zayıftır, yok denecek kadar azdır. Adaylığının milli boyutu hiç yoktur. CHP ve MHP’ye aday olarak sunulmuştur. Onlar da kabul ettiğine göre Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası Türkiye için yeni hesaplara tanık olacağız demektir.
IŞİD’li Irak projesi ile Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı arasında nedense bir bağ olduğu hissinden hiç kurtulamadım. Rahatsız edici bir bağlantı bu, biliyorum.
O zaman detaylara fazla girmeyeyim, son sözümü söyleyeyim:
Ekmeleddin İhsanoğu bir projedir…

İyi hesap bilmek yetmez.

İnsanoğlunun başına yarın ne geleceğini kimse bilemez.
İnsanoğlunun başına yarın ne geleceğini kimse bilemez.
Fakat İhsanoğlu’nun başına geleceği aşağı yukarı herkes biliyor.
Tek kelime ile söylemek gerekirse hezimet.
İki kelime ile kaliteli hezimet.
Cumhurbaşkanı seçilecek kişinin en az 23 milyon vatandaşın oyunu alması gerekiyor, malûmunuz.
Bu miktardaki oyun ne kadar ettiğini anlamak gerekir.
İyi hesap bilmek yetmez.
Hesap bilmenin dışında, kişinin birkaç defa peşpeşe 23 milyon demesi, muhtemeldir ki biraz yardımcı olacaktır.
*
Bu yarıştan Ekmeleddin Bey’in önde çıkması kâğıt üstünde mümkün görünebilir.
Özellikle aday gösterenlerin nezdinde.
Ne var ki kâğıt üstünde görünenle, sandıktan çıkan arasında hep ciddi bir fark olmuştur.
Tıpkı evde yapılan hesapla, çarşıda karşılaşılan durum gibi.
Uymaz bir türlü.
Ekmeleddin Bey’in arkasında iki partinin birden bulunması sebebiyle büyük bir hezimetle karşılaşacağını söylemiyor, onun yerine ‘kaliteli hezimet’ demeyi tercih ediyorum.
*
İsmi ilk telaffuz edildiğinde, dilime bir türkü takıldı.
‘Eklemedir koca konak ekleme…’
Bir ses benzerliği var, tamam.
Fakat buradan hareketle bir şeyler yazmayı fazla uçuk buldum.
Fazla dolambaçlı bağ kurmak gibi geldi.
Çok geçmeden, birçok kalem erbabının kaleminde ve dilinde benzetmelerin tuhaf yerlere vardığını görünce, kendi adıma çok da uçuk düşünmediğime sevinesim geldi.
*
En başta ‘eddin’ kısmı fazla bulunmuş olmalı ki çok yerde ismi kısaltıldı.
Sadece ‘Ekmel Bey’ şeklinde bahsedenlere rastladık.
Kırk yılın Rauf Tamer’i bile ‘Eklem Bey’ dedi.
Lütfen dikkat:
Ekmel değil, Eklem.
(Yerleri olur da ağrır hani, bilhassa yaşlılarda… Yağış öncesi falan. İşte ondan.)
*
Karıştırmayı abartanlar da var.
Ekrem Bey diyenleri saymıyoruz; onlar oyun dışı.
(O kadar karıştırmaya gerek yok. Aşırıya kaçılmış olur ki bir adım sonrasında Hasan Bey denmesini de normal karşılamak mecburiyeti doğar. Geçelim.)
Lakin her zamanki gibi en güzelini Kemal Bey söyledi:
‘Sayın Ekmeloğlu…’
*
Kemal Bey’in kullanmadığı kısımdan bir isim daha çıkar: Eddin İhsan.
Bekir Bozdağ, ‘Türk Milleti Google’dan öğrendiği bir adaya Cumhurbaşkanlığı sıfatı vermez’ demişti.
Vasıflarını Gogıl’dan öğrenmeyi bırakın, adını herkesin farklı söylediği bir adayda anlaşmak başlı başına bir zorluk.
Ama burada da yine en şık olan Kemal Bey’in durumu.
Adını bile düzgünce söyleyemediği birini Çankaya’ya aday gösteren CHP Genel Başkanı olarak tarihe geçti.
Kutlarım.
*
Erdoğan 1 Temmuz’da açıklanacağını söylemişti.
Siz bu satırları okurken, AK Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı açıklanmış olacak.
Kimler için sürpriz olacağını hakikaten merak ediyorum.
Bu arada ‘Biz adayımızı açıkladık, sizden henüz bir ses yok’ diye üst perdeye yerleşenleri gördük.
Onlar galiba adayı önce açıklamanın, seçimi kazanmak anlamına geldiğini sanıyor.